Ayşe Arman Röportaj
- Son Güncelleme: Çarşamba, 04 Şubat 2015 21:43
- Cengiz EREN tarafından yazıldı.
- Gösterim: 14349
Ayşe Arman'ın Cengiz Eren ile gerçekleştirdiği röportaj."Nerede Hata yaptılar, nerede kazandılar"
"Nerede Hata Yaptılar, Nerede Kazandılar"
16 Ağustos 2009, Hürriyet Pazar Eki
Benim başıma ne geldiyse meraktan geldi. Önce "Nedir bu NLP?" diye merak ettim. Nöro Linguistik Program. Sonra "Kimdir bu NLP’yi başımıza saran?" dedim. Bir isim çıktı karşıma: Cengiz Eren.
Onunla, Türkiye’nin ünlülerini konuştuk. Nerede hata yaptılar? Nerede kazandılar? Anlaşılan, toplum önünde olmak bizim zannettiğimizden çok daha zor. Bedelleri çok daha ağır. Ve bu toplum, insanların ağzından çıkan her şeyi onlara ödetiyor. Valla, ne söylüyorsa, Cengiz Eren söylüyor. Hiçbiri benim fikrim değil tamam mı? Bu söyleşi Bodrum’da gerçekleşti. Şahane bir açık hava müzesinde: Aspat. Cengiz Eren’in anlattıklarını dedikodu dinler gibi dinledim. Memnuniyetinizi bana, şikáyetlerinizi kendisine iletin lütfen...
Her şey mükemmel giderken, birdenbire tepetaklak oluverir. Ve biz kendimize sorarız: "Ben nerede hata yaptım?"
- Evet, hepimizin başına gelir. Ama hatanın nerede yapıldığını bulmak çok da kolay değil. Dil bu anlamda çok önemli.
Çünkü dil, zihnimizde olan buzdağının uç noktası. Bizler söylediklerimizle, farkında olmadan bir sürü şeye yol açıyoruz. Olumlu ya da olumsuz, iyi ya da kötü. Ağzımızdan çıkanlar, kimlik değerlerimize, dini değerlerimize, milli değerlerimize ya da aile değerlerimize ters düşüyorsa, toplum bizi cezalandırıyor. Mesela Recai Kutan, bir gün ateşli bir konuşma yapıyordu, o günlerde de Türkiye ve Suriye arasında Apo krizi vardı, birden bire "Sapık Aleviler!" dedi, beş dakika sonra "Ben Suriye’deki Aleviler için sapık dedim" diye düzeltti ama olan olmuştu, sadece Recai Kutan değil, Fazilet Partisi de bitti.
Güner Ümit hadisesi de böyle bir şeydi, değil mi?
- Evet o da sunuculuk yaptığı yarışmada "mum söndü" dedi, farkında olmadan insanların dini değerlerine hakaret etti. Oysa bir televizyoncu olarak, bugün Acun Ilıcalı’nın olduğu konumdaydı. Kendi gücünü aşırı hissettiği için her şeyi söyleyebileceğini düşündü. Ama onun da hayatı kaydı. Dikkatli olunması gereken nokta şu: Zihnimiz temiz değilse, her zaman ağzımızdan bir takım şeyler çıkabilir, Türkçesi çuvallayabiliriz.
Peki ne yapacağız?
- Sadece yazılı metinlerle konuşacağız. Bu hatalar hep emprovize konuşmalarda ortaya çıkıyor. O yüzden bir dönem Amerika’da senaristler boykot yapınca, hiç kimse bir şey söyleyemez oldu. Çünkü sadece kontrollü konuşuyorlar, önlerine verilen metni okuyorlar. Zihniniz temiz değilse, böyle yapmakta fayda var. Mesela Ata Demirer, ona "Evli misiniz?" diye soran 17-18 yaşındaki bir kıza "Niye soruyorsun? Verecen mi?" dedi. Ata Demirer de bu olay üzerine çok şey kaybetti. O günden sonra çok büyük bir yükseliş kaydetmedi.
Mehmet Ali Erbil peki?
- O da düşüşte. Ama bu toplum, ona gösterdiği toleransı çok az kişiye gösterdi. Biliyorsunuz sakat bir gencin pantolonunu indirdi, don da beraber inince, çocuğun penisi göründü. Yapılmaması gereken bir hata.
Niye ona iltimas geçiliyor?
- Adam özel bir yetenek ve bu toplum bunu biliyor. Mehmet Ali Erbil’in temel sorunu babası. Ciddi problemleri var babasıyla ilgili. Babanın parasız olması mesela. Bu yüzden parayı hiç sevmiyor ve kazandığı bütün parayı harcıyor. Babasıyla hesaplaşması, kumar içeriğinde de devam ediyor. Mehmet Ali Erbil, "kaybetmemek için kazanmamak" stratejisini kullanıyor. Kumarda paraları kendisi verirse, kaybetmemiş olacak. Böyle çok insan var, "terk edilmemek için terk eden", "sevmemek için sevilen", "düşmemek için yükselmeyen." Hülya Avşar da Mehmet Ali Erbil gibi Türk toplumunun tolerans gösterdiği sanatçılardan biriydi.
Ondan niye -di’li geçmiş zaman olarak söz ediyorsunuz?
- Çünkü o da toplumun gözünde değer kaybedenlerden. Ne yazık ki, o da düşüşte. Bugüne kadar ikili sistemi inanılmaz iyi kullandı. Yıllar içinde Gülben Ergen’le, eski eşi Kaya Çilingiroğlu’yla hep ikili sistem oluşturdu. İkili sistemin faydası şu: insanlar farkında olmadan ya taraf olurlar ya da sizi reddederler ama hep takip ederler. Uzun bir süre böyle idare etti ama sonra eşinden boşandı ve Sadettin Saran’la flört etmeye başladı. Görüntüler çekiliyor, "Yakalandı, yakalanmadı!" derken, o günlerden birinde, anne Emral Avşar ekrana çıktı, "Nasılsınız?" filan diye soran gazetecilere, birdenbire kafasındaki peruğu çıkardı ve "Ben kanser tedavisi görüyorum!" dedi. Bu işte, Hülya Avşar’ın kaybetmeye başladığı andır.
Neden?
- Annesinin sağlığıyla uğraşmak yerine, aşk meşk derdinde gibi algılandı. Türk toplumu böyle şeyleri affetmez.
Ama bu haksızlık. Annesiyle ilgilenmediğini nereden biliyorsunuz?
- Belki ilgileniyordu ama bunu bizim de bilmemiz gerekiyordu. "Annem hasta, lütfen peşimi bırakın, benim şu anda aşk-maşk düşünecek halim yok" filan demeliydi, olan biteni izah etmeliydi. Farkında olmadan Hülya Avşar, sistematik değer kaybına uğradı. Pinpon topunu suya koyarsınız, en üste çıkar. Orada istediği kadar yüzebilir ama alt taraftan çok ciddi bir darbe geldiğinde, pinpon topu fırlar ve artık tekrar o suyunu içine düşmez. Aile, din, milli değerler gibi birtakım bilgiler üzerinde negatif süreçler başlamışsa, geri dönüş zor.
İyi şeyler üretmek, en iyi cevap değil mi? Ortaya o kadar iyi işler çıkarırsınız ki, kimse bir şey diyemez...
- Tamam, bir pozisyon elde etmişseniz, onu korumanız ve sürekli desteklemeniz gerekiyor. Üretmek de her zaman yetmiyor. İnsan yine değer kaybedebiliyor, Cem Yılmaz mesela.
Ne yani! O da mı değer kaybetti?
- Evet, çektiği filmler iyi değildi. Şu an çektiği filmde de biliyorsunuz seyis öldü, çok büyük bir talihsizlik. Seyisin ailesine maddi yardımda bulunmuş ama bence o filmin artık çekilmemesi gerekiyor.
Niye?
- Düşünsenize, "Atın başı, çamura gömülmüştü" diye yazdılar. Yani at, yanlışlıkla bataklığa giriyor, başı çamura saplanıyor, başını çıkaramıyor, can havliyle sırtındaki seyisi atıyor, o da bataklığa düşüyor, ikisi birlikte ölüyor...
Büyük bir trajedi ama bütün bunların filmle alakası ne?
- Algısı bile insanı filmden soğutuyor. O bataklık duygusu, farkında olmadan bize de geçiyor. Kokusu, rengi, bütün o sevimsizliği. İnsan algısı çok tuhaf. Mesela Bedrettin Dalan en güçlü olduğu zamanda çıktı dedi ki, "Haliç’i gözlerim gibi mavi yapacağım!" Şimdi Dalan’ın gözlerinin mavi olduğunu bilen insan sayısı onu sadece yakından görenler. O sırada da birtakım yolsuzluk söylentileri olduğu için, Haliç’in çamuru -hem de en seçilebileceği dönemde- farkında olmadan Dalan’ın gözlerine bulaştı. Ve bu, Türkiye tarihini değiştirdi. Önce Nurettin Sözen, ardından Tayyip Erdoğan geldi. Bu güç meselesi de, toplumdaki önemli hadiselerden biridir. Gücünü kötüye kullandığını düşündüğümüz insanlar da gözümüzde değer kaybediyor...
Örnek verin?
- Reha Muhtar mesela. Bir televizyon kanalının başındaydı, elindeki gücü toplumun istemediği bir biçimde kullanmaya başladı, bugün sadece köşe yazan bir gazeteci. O eski Reha Muhtar değil, başka biri. Çünkü elindeki güçle baş edemedi. Türk insanı güçlü olanı sevmiyor aslında, mazlumdan yana. Gerçi hem güç kullanıp, hem hata yaparsan seni affediyor. İbrahim Tatlıses mesela, hata yapıyor sonra ekrana çıkıp ağlıyor, halk onu tekrar bağrına basıyor.
Bilerek mi ağlıyor?
- Yok. Bence, o da bulunduğu yerden memnun değil. Kurtulmak için bir sürü iş kurdu, ama bir türlü kurtulamıyor. Ama işte o da düşüşte. Onun da en son hatası, Yıldız Tilbe’yle yaşadığı olay: Hilmi Topaloğlu’nu kastederek, "Seni o pezevenklerin elinden ben kurtardım!" gibi bir laf etti. Burada çok kritik bir şey var, Türkiye’de ölmüş insanın arkasından kötü konuşulmaz.
Ama dikkat edilmesi gereken çok kural var! Ölünün arkasından konuşma, annen hastayken áşık olma, kibirli olma, bir güç kullan bir hata yap, sonra ağla seni affetsinler...
- Eee medyanın önünde olmak kolay değil. Kamusal figürlerin işi, normal insanlardan 10 kat daha zor. Bir hata yaptıktan sonra mesela, bir değişim süreci başlatmaları gerekiyor. Bizde insanlar bunu da yapamıyorlar, geçmiş stratejileriyle devam ediyorlar. Gerçi Reha Muhtar yeni bir konuma geçti, baba oldu filan. Gülben Ergen de Mustafa Erdoğan’la evlenerek ve anne olarak, geçmişteki tüm talihsizlikleri unutturdu. Büyük bir başarı bu, zihinsel algımızla oynadı. Bir de tabii kendilerini tamamen farklı pozisyonlayanlar var, Özer Çiller gibi. Bir dönem İstanbul Bankası Genel Müdürü’ydü, başbakanın eşiydi, gücü temsil ediyordu, o güç tamamen kaybolunca, bir guruya dönüştü! Geçmiş hayatında Rus çarı olduğunu filan söylemeye başladı.
Gücünü kaybetmeyen var mı?
- Yok, önemli olan şu: Gücü takmamak gerekiyor. Takarsanız, kaybedersiniz. Çünkü gücü önemsemeye başladığınızda, farkında olmadan kendinizi tanrısal bir kategoriye koyuyorsunuz.
Başbakan’da böyle bir durum var mı?
- Şu anda yok. Ama kimi daha başarılı görüyorsunuz derseniz Abdullah Gül’ü, Erdoğan’dan daha başarılı buluyorum. Bütün dünyada, karizmatik liderliğin sonuna gelinmiş durumda. Artık bizden biri gibi olan liderler tercih ediliyor. Putin çok güçlü bir adam ama halkın yapacağı işleri yapıyor, gidip balık tutuyor mesela. Özal biliyorsunuz bu işleri ülkemizde başlatan liderdir, şortuyla dolaşırdı.
BU RÖPORTAJDA SÖYLEDİĞİM HER ŞEY YANLIŞ OLABİLİR
Bütün bu söyledikleriniz yüzde 100 doğru mudur? Yanılma payı yok mudur?
- Benim söylediğim her şey yanlış olabilir. Ama bir başka şey daha olabilir, bize bugüne kadar söylenen her şey de yanlış olabilir. Neye inanıp neye inanmayacağınız size kalmış. Burada önemli olan nokta doğru ya da yanlış olması değil. Farklı bakış açılarını ve yorumlama yeteneğini hayata geçirmek.
Sizin yaptığınız tam olarak nedir? Terapist, psikolog değilsiniz...
- Değilim.
Nesiniz peki?
- Ben zihinsel detoks yapıyorum. Zaten psikoloji biliminin de aslında mühendislik alanı olduğunu düşünüyorum. Bir psikoloğun akışkanlıklar mekaniğini, elektrik devrelerini öğrenmesi gerekiyor. Çünkü zihnimiz bu sistemlere göre çalışıyor.
CENGİZ EREN KİMDİR?
Yenice’de doğuyor. Baba istasyon şefi. Trenleri çok seviyor. Ama yol mu yolcu mu, tren mi istasyon mu olacağına hiçbir zaman karar veremiyor. Ortaokul için İstanbul’a geliyor. Her zaman yaratıcı biri olmuş; bunu sınırsız ortamlarda, yani doğada büyümesine bağlıyor. Tabii üzerine bilgi de ekliyor. Yıldız Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği okuyor. Uzun bir süre mühendis olarak çalışıyor. Kadınlar hayatında hep önemli rol oynuyor. Kadınlar uğruna şehirler değiştiriyor, hatta meslekler. Ereğli’de çalışırken áşık olduğu kadın uğruna İstanbul’a yerleşiyor, bir başkası uğruna tenise başlıyor. İşte yine sevgililerinden biri, yıllar evvel ona bir kitap (Tennis: The Mind Game) hediye ediyor. NLP tekniklerinin tenise uyarlanmış hali. O kitabı okuyor, okuduklarını hayata geçiriyor ve bir sürü kupa kazanıyor. "Ben bu işi adam gibi öğreneyim" diyor ve Amerika’da NLP eğitimi alıyor. Bugün Türkiye’de NLP denince akla Cengiz Eren geliyor. Bu konuda kurumsal seminerler veriyor. Ayrıca uçak korkusundan, kekelemeye kadar pek çok konuda insanlara çare buluyor. Yaptığı şeye de "zihinsel detoks" adını veriyor.
Cano’da hata yaptı
SEZEN AKSU
İki Sezen Aksu var. Biri sahnedeki; insanları güldürüyor, kahkahalara boğuyor, müthiş bir "stand-up"çı. Diğeri ise o şarkıları yazan Sezen; acı çeken biri. Bu ikisi birbirinden çok farklı. Biz yalnız Sezen’i hiç görmüyoruz, kendisini göstermiyor, biz hep diğerini görüyoruz. Oysa yalnız Sezen’in çok önemli kayıpları oldu. En sonuncusu da köpeği. Bu konuda onu biraz suçluyorum, ama en çok onun acı çektiğini bildiğimden haline de üzülüyorum. Köpeğini sahneye çıkarması, hem seyirciye hem de köpeğe ciddi bir darbeydi. Bir köpeği 5 kişinin önüne çıkardığınızda, korkar, hem de inanılmaz bir şekilde. Düşünsenize 5 bin kişi avuçları patlayıncaya kadar alkışlıyor. Ama o kadar iyi terbiye edilmiş bir köpekti ki, hiçbir şey yapamaz hale gelmişti. Arabada unutulduğunda da hiçbir tepki gösteremedi. Aynen sahnede olduğu gibi. Ve öldü.
Ama Sezen’in bir dokunulmazlığı var. Bu toplumun seçkin insanlarıyla iletişim kurması ona dokunulmazlık sağlıyor. Onun hakkında olumsuz yazıları bir tek Oray Eğin yazıyor. O da, annesine gösteremediği tepkiyi başkalarına gösteriyor. Bir köşe yazarının yapmaması gereken şeyi yapıyor, kin tutuyor. Kin tuttuğunuzda zihni kirletiyorsunuz, yanlış programlanıyorsunuz.
Ölümüne kadar yerini koruyan tek kişiydi
ZEKİ MÜREN
Peki yerini koruyabilen kimse yok mu?
- Var. Bu ülkede gelmiş geçmiş sanatçılar arasında, ölümüne kadar yerini koruyabilen tek kişi Zeki Müren. Kilolu dönemlerini hiç görmedik mesela. Yaşlanmış halini de bize göstermedi. Ama Bridget Bardot’yu gördük, Marlon Brando’yu da. İster istemez algımızda yer değiştiriyorlar. Ama mesela Michael Jackson’ı da yaşlanmış görmedik.
Yaşlanamadan öldü, James Dean gibi.
Hani biz artık normal liderler, "star"lar istiyorduk.
- Bu, bulunduğunuz konumla ve yaptığınızla ilgili. Sahnedeyseniz, halktan biri gibi davranamazsınız. Sahneden indiğinizde ne yaparsanız yapın ama mümkünse çok da görünür hale gelmeyin. Ajda Pekkan mesela, bu açıdan çok başarılı ve yerini koruyabilmiş durumda. Biz aslında onu hep sahnede görüyoruz. Sahne dışında belki yüzünü yakından görsek, bizde iticilik yaratacak, ama sahnede yaratmıyor.
Yani sahnede tanrıça olacak, inince halktan biri gibi davranacak ama biz onun defolarını, zaaflarını da görmeyeceğiz!
- Evet aynen. Gücünü gerektiğinde kullanabilecek ama çok da gözümüze sokmayacak. Sırat köprüsünün üzerinde gitmek gibi bir şey. Çok zor.
TARKAN
Çöküşte olduğu için en üzüntü duyduğum isimlerden biri Tarkan. Nereden nereye? Tepeye çıktıktan sonra bir süreç başlatamazsanız, iniyorsunuz. Tarkan’a da öyle oldu. "Kıl Oldum Abi" dönemlerine döndü. Birkaç sebebi var; Tarkan bu reklam işlerine çok önem verdi, sanatçıların reklamlarda oynamamaları gerekiyor. En önemlisi de starların etrafında bir takım dalkavuklar oluyor. Bu insanlar, onların her yaptığını onayladıkları için halktan bilgi almalarını engelliyorlar. Bilgi akışı sınırlı hale gelince, yenilenme süreci başlamıyor. Yenilenme süreci başlayamayınca oldukları yerde sayıklıyorlar veya Tarkan örneğinde olduğu gibi geriliyorlar.
ERTUĞRUL ÖZKÖK
Bir yazısında okumuştum: Kuşadası’nda DJ’lik yaptığı yıllarda, aynı yerde genç bir dansçı kız da çalışıyor. Özkök onu beğeniyor, sohbet ediyorlar. Ama patronun da, o kızda gözü var. Bir akşam programdan sonra kız ve Özkök otururlarken, iri yarı bir koruma geliyor ve Özkök’ü bir güzel dövüyor ve oradan atıyor. Bu olayın, onun bütün hayat stratejisini değiştirdiğini düşünüyorum. Ertuğrul Özkök oradan atılana kadar "kovalanan" iken, bu olay üzerine "kovalayan" olmayı seçiyor. Ve sonunda herkesin kendisine aktığı bir "merkez" haline dönüşüyor... Ama Özkök’ün otoriteyle problemi var. Hem "güç"ün ta kendisi, hem de "güç"ü sevmiyor, itiyor. Çünkü otorite haline gelmekten korkuyor.
ORHAN PAMUK
Herhalde Nobel kazanıp kendi ülkesinde değer kaybeden tek insandır. "Türkler 30 bin Kürt’ü ve bir milyon Ermeni’yi öldürdü" demesi ona çok şey kaybettirdi. Toplumdaki kimlik değerine çok ağır bir darbe indi. Nobel kazanması bile durumu düzeltmedi. Onu kurtaracak tek şey Nobel’i reddetmesiydi, ki bu da takdir edersiniz ki kolay bir şey değil.
AHMET HAKAN
Onunla ilgili söyleyebileceğim en temel şey, müthiş bir yalnızlık duygusu. Yurtsuz biri olarak görüyorum Ahmet Hakan’ı. Her kesime de belli bir mesafede duruyor. Bu ona herkes hakkında önyargısız yazabilme olanağı veriyor. Ama bulunduğu konumu koruyabilmesi için sürekli her tarafa bulaşması icap ediyor. Çok yıpratıcı olmalı. Ahmet Hakan geceleri yattığında ne düşünüyor acaba? Var olabilmesinin tek çaresi de, her tarafla savaşa devam etmesi. Bu da insanın enerjisini ciddi bir şekilde tüketir.
CAN DÜNDAR
O da toplumsal algımızda değer kaybedenlerden. "Mustafa" filmi, kendisine tahmin ettiğinden çok daha fazla zarar verdi. Turgut Özakman’la girdiği polemik de her şeyin üzerine tüy dikti. En vahimi de Can Dündar’ın bu filmi çekmesi değil, çektiği filmin arkasında duramaması oldu.
SERDAR TURGUT
Serdar Turgut Akşam’a geçince okuyucu sayısı azaldı. Birden bire daha marjinal bir yazar haline geldi. "Halkın dünya görüşünü değiştireyim" gibi bir amacı yok. O sürekli ne kadar entelektüel olduğunu anlatmaya çalışıyor ve daha çok gazetecilere mesaj veriyor. Medya nasıl düzelebilir, tasası bu.
RAHMİ KOÇ
Babası ona genç yaşında sınırlamalar getiriyor, Kalamış’ta kayığa bile binmesine izin vermiyor. Sonuç? Kalamış Marina’yı da işletiyor, tekne ile dünyayı da dolaşıyor.
HINCAL ULUÇ NARKOZDAN SONRA DEĞİŞTİ
Peki ya Hıncal Uluç?
- Geçirdiği son ameliyat sonrası yazılarında bir sertleşme görüyorum.
Nasıl yani?
- Bir farklılık var, dikkatinizi çekmedi mi? Çünkü narkoz aldı. Narkoz alan insanlar değişir. Narkoz aldığımızda, zihnimizde var olan kapaklar açılır, somut bir değişim süreci olur. Kişinin hiç hatırlamadığı olaylar su yüzüne çıkar.
Siz doktor değilsiniz...
- Ama biliyorum. Bunları narkoz dışında iki süreç başlatıyor; bir tanesi düşme, diğeri aşırı gürültü. Bu iki korku da, kapalı duran kapakların açılmasına yol açabiliyor. Aynı sonucu narkoz da ortaya çıkarıyor. Çünkü narkozda düşünme yeteneği, farkında olduğumuz aklımız tamamen ortadan kalkıyor. Kalktığı için sistem iç taraftaki şeyleri ortaya çıkarıyor. O yüzden narkozdaki birine kaset tutun, çok önemli şeyler söyleyecektir. Bağırıyorsa, küfrediyorsa, geçmişte gösteremediği çok sayıda tepki var demektir. Hıncal Uluç da, boyun ameliyatı sırasında narkoz aldığı için ve kapalı duran kapaklar açıldığı için, çocuklukta gösteremediği bütün tepkileri şimdi gösteriyor.
BEYAZ
Geçen hafta Maserati’sini göstererek çok ciddi bir hata yaptı. Göstermekle kalsa iyi, çizildiğinden şikáyetçiydi.
Böylesine pahalı bir arabadan söz etmek onu halktan ayrıştıran bir şey oldu.
’BİR’ ŞARKISIN SEN
Berkant’ın en çok hangi şarkısını hatırlıyorsunuz? Evet bildiniz, Samanyolu! Ama başka şarkıları da var, neden sadece Samanyolu? Çünkü şarkıda buna sebep olan şöyle bir cümle var: "Bir şarkısın sen..." Tek şarkı yani. "Bin şarkısın" dese farklı olabilirdi.
Orhan Gencebay İngiltere’de bir kıza áşık oluyor, "Bir teselli ver" şarkısını yapıyor, ama bu şarkıyı minibüsçüler beğeniyor ve Gencebay o günden sonra minibüsçüleri mutlu etmek için şarkılar besteliyor.
Teoman’ın en çok tutan iki şarkısı da, "Paramparça" (Babamın öldüğü yaştayım) ve "17" de, ölüm temalı olduğu için,
Teoman’ın bütün şarkılarında ölüm var. Baştan öyle tutturdu, öyle gidiyor.
"Bu akşam ölürüm" şarkısıyla Murat Kekilli çıktı, inanılmaz bir çıkış yaptı. İlk dinlendiği anda, ölüm korkusunu ortadan kaldıran bir şarkı. Zaten o yüzden patladı. Fakat bu toplum, sonradan Kekilli’yi ölümü hatırlattığı için sildi.
Cengiz Eren 16 Ağustos 2009